28 Aralık 2016 Çarşamba

Kanepe

Kanepe köşede öylece duruyordu. Doğru yere konmamıştı. O bundan emindi ama başka bir yerde bulamamıştı. Ev zaten kutu kadar. Kirası uygun. Başka ne yapacaktı? O annesinin sesini dinlemektense bu hiç bir boku sığdıramadığı tek oda ve salon denilen o odadan da küçük odada yaşamaktı. Kapıda kapanmıyordu tam olarak. Bir kaç kanca, bir kilit ile şimdilik idare ediyordu. Hasan efendi. Ay kapıcılara artık 'efendi' denmiyor kızım. Annesinden ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın sesini atamıyordu işte. Sürekli bir yerden başını uzatıp ona hala öğreteceği çok şey olduğunu hatırlatıyordu. "Annenim ben. Anneler öğretir." İyi hoş da ne öğretecekti? Bir erkeği en kısa yoldan nasıl çıldırtırsın? Evden kaçmasına nasıl yol açarsın? Komşularla nasıl rekabete girersin? Dekolte giymemiş gibi yapıp, aslında dekolte nasıl giyersin? Komşunun kocasını nasıl ayartırsın? Kapı çaldı. Zıpladı. Sonra güldü kendine. Annesi çok uzaktaydı şimdi. Gelemezdi zaten. Hasan efendisiz Hasan geldi. "Abla şu lavaboyu yapayım mı?" Yana çekildi, Hasan girdi eve. "Çok sürer mi? Derse geç kalmak istemiyorum!" Hasan ona baktı. Tek dişi dökülmüş ağızını kocaman açıp "Şip şak abla...bizim hanım kızıyor ama napalım..ben şipşak." İçi çekildi. Hasan mutfağa girdi. Telefonu da daha bağlamamışlardı. Kimi arayacaktı şimdi? Hasan çıktı mutfaktan. "Kapıyı ört ablam...soğur sonra şuncacık ev." Güm diye kapattı kapıyı Hasan, uzandı, yerdeki çantasından tornavidayı alırken eli değdi. Baktı, ağızını açıp gülümsedi. "Şip şak abla... her ihtiyacında buradayım." Duvara yapıştırdı bedenini, Hasan'ın ayak kokusu yayıldı yüzüne. Hasan doğruldu. Gözlerini ondan ayırmadı. Kapı çaldı. Sinirle açtı Hasan. "Bula bula burada mı ev buldun!" Annesi dekoltesiz dekoltesi, lüle lüle dökülen kızıl saçları ve o çok tanıdık parfümüyle Hasanı kenara itip kızına sarıldı.

12 Aralık 2016 Pazartesi

Sabah

Sabah kalkar mıyız? Belki o yüzden bir türlü yatamayışım, belki ondandır uykunun beni ziyarete gelmemesi. Yastığa değiyor başım ve tüm uykuları çalıyorlar. Çaldılar, uykularımı çaldılar, coşkumu bir sokak köşesinde kaybettim. Şimdi yeniden yaratıyorum. Onları satmıyor kimse, onlar ancak sabırla, inatla yaratılıyor. Başladım yine, biraz zaman biraz istikrar gerekiyor. Hırsızlar alıp götürdüler hepsini, herşeyi. Kapıcı, "abla çok üzüldüm, bir baktım kırıp girmişler ama duymamışız" dedi. Apartmana baktım. Karşı komşumun kapısına adımlarımı saydım. Altı adımda varıyordum kapısına. Her asansör geldiğinde kapıyı aralar, kim geldi diye bakar. Kapısına sırtımı verdim, kendi kapımı dinledim. On yedi basamakla alt kata, sonra on yedi basamakla üst kata gittim. Kapımı dinledim. Asansör çalıştı, birisi en üst kata çıktı. Bir daireden kahkaha sesleri geldi. Sonra vazgeçtim. Polisi çağırmak istedim. Polis "iyi ki görmemişsiniz hırsızları" dedi. "Sağı solu olmaz bunların bıçakla dolaşırlar, delik deşik ederlerdi sizi." Gitti. Arabasına bindi ve gitti. Bir daha polis gelmedi. Çaldıkları uykuları yerine koyamıyorum. Denedim olmuyor. Kahkaham da kaybolmuş, onu da götürdüler? Bilemedim. Nadir eşyalardan olmayınca insan fark etmiyor. Ortalığı temizlerken bir köşe de buldum. Elimde everdim çevirdim ama tam da oturtamadım. Umuda benziyordu sanki. Ama o da yıllar önce gitmemiş miydi? Bilemedim. Sonra bakarım, önce şu ortalığı toplayalım diyerek onu cebime attım.

5 Aralık 2016 Pazartesi

Bozacıııı

Bu akşam dışarısı çok soğuk. Kesiyor. Eve yürürken kat kat giyinmiş olsam da üşüdüm. Sonra köpekleri gezdirmem gerekiyordu. Kaytarmak istedim. Yapamadım. O eve gelince dünyalar onların olmuş, hayattaki en değerli insan girmiş gibi heyecanlarından utandım. Daha sıkı giyindim çıktım. İyi geldi soğukta yürümek. Temiz, berrak bir hava karı davet eder gibiydi. Şimdi çayımı demledim, birazdan bir kitap ve bir çay ile kıvrılacağım bir köşeye. Ve tam o anda beni çok eskilere götüren bozacının çağrısı geldi. Uzaktan, derinden, yıllardır değişmeyen vurgusu, tonlamasıyla bir dolu anı yığdı etrafıma. Babaannemin evi. Levent'te. Akşam saati. Sıcak, yuva duygusu. Yorganlar, yer yatakları, dışarıda soğuk bir hava. Arka balkonun önü açık, mezarlığa bakıyor. Yüksek yüksek binalar dikmişler çok ileriye. Işıkları sarı sarı geceyi aydınlatıyor. Yan binadaki kadınla pencerelerimizin arası dört adım belkide. Kahve yapıyor. Bulaşıkları bitirdi. Sonra mutfağının ışığı sönüyor. Babaannem'in evinde karanlık mutfakta ocağın mavi ışığı yanıyor. Buram buram çay kokusu evi dolanıyor. Meyve konmuş orta masaya. Televizyonda birşeyleri izliyoruz. Belki bir misafir gelmiş. Birisi meyveleri soyuyor, dilimliyor, tabakta sunuyor. Çay kokusuna portakal kokusu karışıyor. Sohbet, kahkaha var. İçeride bir çocuk uyuyor. Salonda hayat devam ediyor. Babaannemin kokusu çay kokusuna karışıyor. Sokuluyorum. Öpüyor başımı, güvendeyim. Ne kadar çokuz, ne kadar benziyoruz, ne kadar aitim o zamanlar.

4 Aralık 2016 Pazar

Saçlarını

"Saçlarını sarıya boyatmışsın!" Bayılıyorum böyle cümlelere. "Kilo almışsın!" bu da onlardan biri. Senin de farkında olduğun bir konunun bu şekilde ifade edilmesiyle dilimin ucuna gelen cümle, "Yapma ya! Gerçekten mi? Ay nasıl olur!" Tabii ki demiyorum. Ya saçlarımı sarıya boyattığımın sanırım farkındayım. Ayrıca her gün aynaya bakan da ben olduğuma göre kilolarımın da farkındayım. Şimdi bir yanım diyor ki bu tepkiler seninle alakalı değil. Söyleyen kişiyle alakalı. Yani ben de bir zamanlar kilo almış birilerini görünce birşey demezdim ama verirse "ay ne güzel kilo verdin" derdim. Düşünüyorum da bu da diğer ifade kadar boktan bir ifade. Yani sana ne onun kilosundan alıp vermesinden. Bunu derdim çünkü o aralar benim derdim ( :)) de kilolarımdı. Şimdi kiloma takılmadığım muhteşem bir döneme girdim ya? Kimsenin kilosu, alıp veremediği çok da umrumda değil. Saçlarımı sarıya boyattığımda ya da beyaza bıraktığımda da benzer tepkiler sanırım tepkiyi veren kişilerle ilgili. Birisi saçlarını kısacık kestiğinde o kadar imrenirim ki anlatamam. Muhteşemdir o kısacık saçlar. Yüzü gözü ortaya çıkartır. Benim de olsun isterim. Ama bilirim ki kısacık kestirdiğimde bu sefer uzun saçlara hayran olacağım. Doğduğumda ikizler gökyüzünde belirince böyle oluyor sanırım. Sonra birisi bana "ya beyaza bırakmasaydın şu saçlarını, hani gençsin daha" dedi. Aslında çok kişi dedi. Biri o kadar ileri gitmişti ki Hüseyin'i gördüğünde ilk defa, dönüp bana "Bu mu kocan? Ay sen bence hemen kilo ver, o saçlarını boya, kaşlarını da şöyle aldır. Senden çok genç duruyor" Diyecek birşey bulamayıp öylece bakakalmıştım kadına. Bir kaç ay sonra boşandığını duydum. Demek o dönemlerde kendi ilişkisiyle bir derdi varmış. Yani demek istediğim, çoğu zaman size söylenenlerin söyleyenin dünyasından çıkıp geldiğini hatırlamakta yarar vardır. Tabi sizin söyledikleriniz de belki size birşeyler gösteriyordur. Ya da boşverin...kim uğraşacak. Birisi kilo almışsın derse saçını başını yolun!

Gölgeler

Gölgelerde gizlenirler. Aslında korkaktır her biri. Dayak yemiş, aşağılanmış, aç kalmış herşeyin yuvasıdır gölgeler. Işıklı bir dünyadan atılmıştır hepsi. Gözleri kamaşır ışığı görünce. En dip köşelere, aydınlanmayan yerlere sokulurlar. Işığın girmediği yerler vardır. Gölgeden çıkmış gerçek karanlıklardır. Ağır demir kapıları çocuklara kocaman gelir. Anahtarları kayıptır. Anneler onu gizlemiştir. Çocuklar karıştırmasın diye. Mavi Sakal masalıdır gölgelerde anlatılan hikayeler. Mutfaklarda pişen kek kokuları örter onları. Sarı lambalar ulaşamaz oraya. Bir perde çeker müzik gölgelerin üzerine. Bakmadığın her yerde toz birikir. Eve gelen kadınlar bakmaz oraya. Onlar çok önceden bilir gölgelerin yerini. Merak edenler, bakanlar, süpürgesini oraya çevirenlerden bir daha haber alınmaz. Cehennem sanırsın bilmeden gerçek cehennemin dışarıda olmadığını. Kek kokusu bastırır, başını okşayan bir el, sarılan kollar, yumuşak koltuklar, derin uykulara izin veren duvarlar, kalın perdeler örter gölgelerde yatanları. Uykudayken çıkar onlar. Süzülerek girerler yorganların altından, dolanıp bacaklarına tırmanırlar yukarıya. Açık ağızlardan, derin soluklardan, kulaktan girerler. Hep dışarıda ararsın, içeriye sızan, doğdukları yere dönen gölgeleri.

Anlasa

Anlasa yazardı. Ama anlamıyordu. Hiç birşeyi anlamıyordu. Neden orada olduğunu, neden oradan gidemediğini, neden her defa oraya geldiğini, neden bu kadar çok anlattığını anlamıyordu. Zamana bırak demişti. Zaman akıp gidiyordu. Niye peşinden koştuğunu anlamadığı vakit azalıyordu. Vardığında ne bulacağını bilemedi. "Neden bu kadar korkuyorsun?" sorusu çıkmıyordu zihninden. Sokakta yürürken, yastığa kafasını koyduğunda, yazarken...kendini takılmış bir plak gibi tekrar ediyordu. Gizlediği herşeyin yerini bilen, kendinin bile unuttuğu herşeyi gören o delikten baktı. Aradı ama delik sır vermedi. Zamana bırak dedi. Yürüdü zamanın içinden. Çocuk masallarında ki kırıntıları topladı, evin yolunu bulmayı umarak. Kuşlar yedi izleri. Ormana karanlık çöktü. Ağlamadı, korkmadı. Bir ağacın altında oturup bekledi. Gözleri karanlığa alıştı. Üşümesi geçti. Uykusu geldi. Uyandığında sabah olmuştu. Orman ona fısıldadı. İçine, daha derinine çağırdı. Gitmekle gitmemek arasında sıkıştı kaldı. Ayağı bir sarmaşığa dolandı. Sarmaşık var ayağımda gidemem dedi. Zamanı geldi dedi. Sarmaşık ilüzyon. Baktı ayağına, sarmaşık ölmüş, yaprakları kurumuştu. Ayağını çekti. Ormanın içine yürümeye başladı. Hava karardı ama gözleri alışmıştı.

Öncesi

Öncesi yoktu. Sonrası olur muydu bilmiyordu. Sadece o an vardı. Kuşlar uçtu üzerinden. Başını gökyüzüne çevirdi. Kanatları açık süzülmelerini izledi. Sonra göle baktı. Afrika'da bir gün geldi. Bulanık kahverengi bir suyun içinde yüzen yılanlar, suyun üstüne dokunup hare hare dalgalandıran otlar vardı. Girdi suya. Yüzdü. Ortada bir ada vardı. Kimse gitmiyordu. Adamlar vardı, kadınlar vardı. Uzun dolambaçlı bir yoldan ciplerin içinde sallana sallana gelmişlerdi. Bikini giymişti. Sevmezdi bikinileri diye hatırladı. Neden o gün giydiğini bilemedi. Belki o zamanlar daha severdi. Bilemedi. Bir kola şişesi vardı elinde. Ufak. "Biraz ben de içebilir miyim?" diyen adamı hatırladı. Haftalarca hamile olduğunu sandığı uykusuz geceleri. Daha adet görmemiş kızların hamile olamayacağını, tükürüğün hamile bırakmayacağını bilmediği yılları. Çizgili formalar, mavi, sarı. Sıcak. Ciplerde okula gidilen yollar. Kıvırcık siyah saçlarına dokunmak isteyen siyah elleri. Pazarda satılan maymun kafalarını gördü. Doğum günlerinde açtıkça açılan, içinden kutu içinde kutu çıkan hediyeler gibi geçmişini soydu.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Kalabalık

İçimde bir kalabalık dolanıyor. Kadınlar, erkekler, çocuklar. Konuşmadan, birbirlerine dokunmadan geçiyorlar. Ne yaptıkları belli değil. Yüzleri gülmüyor, omuzları düşük. Yollara dökülmüş renkli iplikler. Birisi kesmiş, kimse farketmemiş. Aralarındaki bağların yokluğundan habersiz yürüyorlar. Yemek yiyorlar, sokaklarda geziyorlar, dükkanların renkli, süslü hayallerine kanıp, ceplerinden çıkarttıkları kağıt parçalarını uzatıyorlar. Paketlerle taşıyorlar soğuk evlerine cansız mutlulukları. Kurulmuş bebekler, yüzlerinde fabrikadan çıkan bir gülümseme, çocuklara yakışmayan kırmızı dudaklarla, rimelli kirpiklerle, sırtlarındaki kurgular bitene kadar dans ediyor. Güldürüyor bazen insanları. Paketlerden yemek yiyor, kutudaki dünyaya dalıp geceyi tamamlamayı bekliyorlar. Gözleri kapanıyor, kapıları açılırken gerçek dünyaların. Karanlık odalarda sürekli kayboluyorlar. Çocuklar ağlıyor, adamlar yapmamaları gereken şeyleri yapıyor, kadınlar gözlerini kapatıp susuyor, dudakları mühürlü. Yıllar öncesinden bir kıvılcım düşüyor rahimlere. Sevişmek adına şuursuz çırpınmalar söndürüyor kıvılcımları. Kadınlar uyuyor. Çocuklar rahime düşüyor. Ateşsiz odalarda büyüyor, doğuyor, kız oluyor, oğlan oluyor. Bir canavar yükseliyor toprağın altından. Gözleri kırmızı sarı, dili uzun, silkiniyor, geriniyor, doğruluyor. Kanatlarını tek tek açıyor. Kadınların uykularına süzülüyor, rahimlere üflüyor. Kıvılcımlar ateş oluyor. Kadınlar derin uykulardan, karanlık odalardan, şuursuz çırpınmalardan uyanıyor.

10 Kasım 2016 Perşembe

Değilsiniz

"Değilsiniz!" Bağırıyordu. Herkes şaşkın gözlerle, bazıları deli görmüş insanların dehşetiyle ama hepsi bakıyordu.
"Duydunuz mu beni? Değilsiniz dedim!" Kadın yürüdü. Etrafında çember oluşturmuş insanların çemberi onun geçtiği yerde genişledi. Gidecek yerleri kalmayanlar duvara iyice dayandılar. Değildiler. Onlar da biliyordu ama böyle düpedüz de söylenmez ki. Ne kadar çok şey söylenmiyor. Ayıp olur, kırılırlar, üzülürler. "Sahtekarsınız hepiniz! Siz gerçek değilsiniz... iyi insanlar değilsiniz!" Gözleri açılmış, beyazları kızarmıştı. Haklıydı belki de. Çemberde duran birkaç insan başını eğdi, onunla yüz yüze gelmemek daha iyidi. Deli olunca yapacak birşey yoktu ki. En iyisi susmak, geçmesini beklemekti. Hiç akıllarına gelmedi birlikte adım atmak. Hiç düşünmediler. "Zeki de değilsiniz! Hepiniz boksunuz! Bok! duydunuz mu beni!" Yine bağırıyordu. Sanki duramayacakmış, konuşmazsa söylememek üzere biriktirdiği her yaşanmışlık öfke kıyafetini giyip kendini ortaya atacaktı. Oysa o öfkeli değildi...eskiden. Ne olduysa bir sene önce olmuştu. Ondan önce gelirdi kadın buraya, dolanır, bir iki sohbet eder, iyi para bırakıp çıkardı. Çoğu zaman sarhoş olurdu...

3 Kasım 2016 Perşembe

Ufuk

Ufuk çizgisi güzeldir. İnsan oraya bakar ve birşey umabilir. Bugün ufuk çizgisi kaybolmuş. Sabah uyandığımda göremedim. Sis dedi haberlerde. Vapurların düdüğünü duydum uzaklardan. Bekledim kalksın tekrar göreyim diye. Çay demledim önce. Sonra buzluktan aylar önce dondurduğum simidi aldım. Ekmek kalmamış. Mikrodalgada çözdüm simidi, kestim, ekmek kızartma makinasına attım. Tekrar pencereye gidip sisin arasından şehri görmeye çalıştım. Biraz hafiflemiş miydi? İnsan görmek istediğini mi görür, gerçekleri mi? Bilemedim. Makina simitleri attı. Krem peyniri sürdüm üzerine dilimlerin. Çay poşetti bu sabah. Üzerinde köpük oluyor sevmiyorum ama n'apalım. Bu sabah da böyle olsun. Televizyonu açtım simidi yerken. Bir kadın yemek yaptı, ben izledim. Buzdolabında birşey kalmadı. Alışveriş yapmak lazım. Sis kalkınca çıkmaya niyet ettim. Kahvaltı bitince masayı toplamadım. Koltuğa uzandım, bir başka kadının tatlı yapmasını izledim. Uyumuşum. Rüyalarımda canavarlarla boğuştum. Sisin içinden çıkıp gülümsüyorlardı. Seni de gördüm. Suratın pek asıktı. Mutsuzum kurtar beni dedin. Kapıma kurtarıcı yok, yarın arayın yazısı astım. Masası vardı ofisimin. Başka birşey yoktu. Penceresi vardı, bir bahçeye bakıyordu. Baktım, bahçeyi göremedim. Her yer sisti. Kapı altından, pencere kenarından sızıp odama girdi. Boğuluyordum. Uyandım. Seni aradım. "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. Lütfen sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakın veya tekrar deneyin" diyen metalik sesi seni niyet ederek dinledim. Akşam oldu şimdi. Uykum da geldi. Yatmadan önce pencereden baktım. Sis kalkmamıştı. Sanırım gitmeye de pek niyeti yok. Ufuk çizgisini bir daha hiç görmeyeceğim hislerimi yorganın altına gömdüm. Gözlerimi kapatık kabus görmemek için dua ettim.

30 Ekim 2016 Pazar

İnce

İnce ince yağdı yağmur. Yürümek istedim ama damlalar o kadar inceydi ki ıslanamadım. Islanmadıkça yağmurda olmanın bir anlamı yok diyerek bir kafeye girdim. Çay söyledim. Çay yok dediler. Kahve içtim. Sütlü istedim. Çocuk Cafe au lait dedi. Yok sütlü dedim. Öyle dedi. Onu da kabul ettim. Bahçede oturdum, kahvem soğudu. Bir kedi geçti..siyah beyaz. Hava soğudu. Yan masada kızlar votkalı boni bondan bahsetti. Saçma dedim. Gençliğimi hatırladım. Belki de gençlik demeliydim. Zaman geçti. O hep geçiyor. Dur desen de fıtratında değil...duramıyor. Ben zaman mıyım anne? Ben neden duramıyorum? Belki de zaman zihnim, ben dursam da o hiç durmuyor. Makina gibi, yağlanmaya bile ihtiyaç duymayan bir makina gibi çalışıyor, üretiyor, yaratıyor. Her makina dinlenmeli arasıra. Bir fabrika sahibi demişti bir yerlerde. Benim fabrikanın müdürü mü yok yoksa kötü mü çalışıyor bilmiyorum. Çay içtik, kahvaltı ettik sabah. Oradaki çocuklar da çalışmıyordu. Yiyecekleri getirdiler, masa küçük napsak dediler? Ellerinde tabaklar bunları nereye koysak şimdi diye bize sordular. Senin gücün daha fazla onların üzerinde niye kullanıyorsun dedi oğlum bir ya da iki hafta önce. O yüzden iyi davrandım çocuklara. Tabakları birbirine kattım. Boşları verdim. Bir daha gelmediler masaya. Kahkahalarla yüksek tonda çıkan erkek sesleriyle konuştular. Neyim eksik? Neden bana gelmelerini bekliyorum diye sordum kendime. Yanıt bulamadım. Çocukları kendi hallerine bıraktım. Çay bitti, kahvaltı bitti. Ben çıktım. Sokaklarda yürüdüm. Eve gitmek istedim sonra sokaklarda gezmek istedim. Karar veremedim. Bir cizgide durdum sağa mı sola mı adım atsam bilemedim. Çizgi inceydi.

21 Ekim 2016 Cuma

Edepli

Edepli. Ne kötü bir günde geldi bu kart. Değilim. Yalaaaan! diyen o salak iç sesimi de şöyle bir duvara fırlatasım var. Edepliyim, hem de çok. Anneannem bize Adabı Muaşeret kitabını okuturdu. Saçlarınız ıslak olmasın misafirin karşısına çıkınca, fazla gülmeyin...genç kızlar o kadar gülmez, tırnaklarınız temiz olsun, eteğinizde sökük olmasın. Ay her yerim sökük olsa kime ne be! Ne edebi. Hepimizin içinden çıkmayı bekleyen o edepsiz kadını istiyorum. Şöyle ağızını yaya yaya konuşsa, dilimin ucuna kadar geldi ama demedimleri olmasa. Aklına geleni ağızı söylese. Salaksın sen dese birisine, beceriksiz dese. Dekoltesi çok, dili bozuk olsa. Olsa da çıkmıyor işte. Şu arasıra gelen psikosomatik nefes bozukluğumun sebebi o edepli kadın olmasın. İçeride bekliyor. Gardiyan gibi. Nefesimi yokluyor. Fazla coşku iyi değildir, yaşamı öyle kocaman kocaman almayacaksın içine. İçinden çıkmayın bekleyen o coşkuyu da tıkmak gerekir tekrar içeriye diyor. Ay bu karı hiç yorulmuyor. Yıllardır habire çalışıyor. Uyku da uyumaz ki bu, o uyurken kaçayım. Kaçmak. Gecenin bir saatinde herkes uykudayken kaçmak, arabayı ittirerek köşeye kadar yürütüp orada kontağı açmak ve gecenin içinde kaybolup sabaha kimse uyanmadan dönmek. Ablam öyle yapardı. Ben de bekçi gibi dönmesini beklerdim. O zaman da varmış bu edepli orospu. Babamlar fark etmesin diye çok uğraşırdım. Bir sabah geç geldi. Eve çabuk girsin diye kapıyı açtım. Babam "Kim var orada?" dedi. "Ben." dedim. "Kediyi dışarı çıkartıyordum" dedim. Babam merdivenleri çıkıp odasına giderken kedi yanından geçip aşağıya iniyordu.

20 Ekim 2016 Perşembe

Zamana

Zamana bak sen...ne kadar küstah! Herşeyi alıp götürüyor. Silip süpürüyor. Geriye kırıntı bırakmıyor. Biz onu yakalamaya çalışırken, o kahkahalarla kaçıyor. Saati kolumuza, duvarımıza koyuyoruz. Farklı, süslü, dijital, analog saatler yaratıyoruz. Zaman bize gülüyor. Neyi yakalamaya çalışıyorsunuz diye soruyor. Sorusunu duyup çocuklar gibi kulaklarımızı kapatıyor "lalalalalalaala" diye avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz. Bir dakika sonra hayatın ne olacağını biliyormuş gibi yaşamaksa bizim sıkıntımız. Ukalayız o yönden. Sanki günler geceler hep birbirine akacak. Bazen birisiyle sohbet ederken...dışarıda yağmur varsa hele, bir de loş ışıklar sıcaklık vermişse odamıza, önümüzde çay, dilimizde yarına dair planlar dolanırken zaman gelir oturur yanıma. Duyarım onu. Üşürüm birden, ufalırım. O zaman gülmez, kahkaha atmaz. Sessizce dinler sohbetimizi. Bir an bakarım karşımda oturan dostuma, duyarım kendi sesimi, konuştuklarımızı, hissederim oturduğumuz mekanı ve bilirim bir gün hiç biri olmayacak...hepsi uçup gidecek. İşte o zaman herşey anlamsızlaşır, o an hariç. Duramam o anda çünkü zamana ayak uydurmak çok zor.

Bir An

Bir an gelir. Gelmiyor anam o anlar. Ben sürekli ya geçmiş anları toplamaya çalışıyorum ya da gelecek anları planlıyorum. Herşey tam yerinde olacak ya. An. Öylece durabilmek. Hiç geçmiş yok, hiç gelecek yok...sadece o an var. Mesela şimdi burada yazıyorum. Bu yazının ne geçmişini ne de geleceğini düşünmeden. Yazının geçmişi geleceği olur mu? Olur? Füsun gibi konuştum...olur! An, an, bayan, kayan, sayan...neyi sayıyor? Günleri, saniyeleri anları? Ay kurtulamadım şu andan. yapıştı paçama küçük bir köpek gibi. Israrla çekiştiriyor. Ellerim yavaşladı klavyede. Afrika. Bu aralar gitmem lazım sankinim. Barış, bizim maymun. Komik hayvandı. Ölmüştür artık. Spatsy köpeğimiz de öldü herhalde. Bir de Thomas O'malley vardı...kedi. O da ölmüştür muhtemelen. Ay şimdi anlardan bahsederken ölen hayvanlara nasıl geçtik? Yıllar nasıl da akıp gidiyor. O anlardaki kız ben miydim? Bazen başkasının yaşamına bakar gibi bakıyorum o anlara. Annemin üçüncü çocuğu da ölmüştü. Bir de şoför bir adama çarpmıştı. Adam ölmüştü. Bize gelip şoför anneme "madam adam tükendi" dedikçe annem de ona "tamam da telefon numarasını aldın mı?" diye soruyordu. Annem soruyor bizim şoför "madam adam tükendi" demeye devam ediyordu. Pidgin denen bir İngilizce konuşurduk Nijerya'da. Annem bilmezdi pek herhalde. Sonunda ona anlattıktı...anne adam ölmüş dedik. Charles şoförün adıydı. Sonra ne oldu ona hiç bilmiyorum. An derken ölüme döndük. Hayat böyle işte anları kovalarken bir bakmışsın kapıdan geçmişsin bile...biletini kapıdaki adama, bu dünyaya ait ne varsa kapının dışındaki kutuya teslim ederek.

15 Ekim 2016 Cumartesi

Gidemem

Gidemem. Senden gidemem, buradan gidemem ben artık gidemiyorum. Gitmek, gitmek diye kıçımı yırttım. Ne oldu? Tam "gitmiyoruz herhalde" dediğimde ve köklerimi toprağa iyice yerleştirdiğimde "gidelim" de nereden çıktı. Hayat sen benimle dalga mı geçiyorsun? Valizleri nereye koyduğumu unuttum. Kutulara konacak çok eşya var. Yorgunum. Gitmem. Gitsem de köklerimi burada bıraksam olmaz mı? Ay yoruldum. Anneannem eşyalarını kutulara koyar, sonra kimse görmüyorken onları tek tek dağıtırdı. Bu dünyadan gittiğinde çok az eşyası kalmıştı. Bir rivayete göre ninem eskicilere altınlarını dağıtmış gitmeden. Bir baktım geçen gün dolabı boşaltıyorum. Elbiseleri poşet poşet verdim. Elimde kalan 42 madde kıyafet. 37 demişti dergide kadın ama ben 37 yapamadım. Pijama olur diye koydum o atamadıklarımı. Şimdi ben de anneannem gibi hazırlık mı yapıyorum acaba? Ay içim daralıyor. Düzen istiyorum, sistem istiyorum diyen bu kız nereden çıktı? O sürekli gitmekten bahseden kız ne zaman sahneden indi. O şimdi hoplar zıplar mutlu olurdu gideceğiz diye. Bu sümsük oturuyor, surat asıyor. Bir de yaşlı kadın var içimde. Onun bir pazen geceliği eksik. Gidemem ya...

13 Ekim 2016 Perşembe

Zaman

Zamana karşı yarışıyoruz. Hepimiz. Pişman mıyım? Bilmiyorum. Zamana inanmıyorum. Ona karşı yarışmak saçma kalıyor. Zaman bizim algımız. Güneş doğuyor, ay çıkıyor ve biz zaman geçti diyoruz. Kolumuzda, duvarlarda saatler, takvimlerde sayfalar bu akışı bölüyor. İnsan zavallı bir yaratık bazen. Akışı bölmeden yapamıyoruz. Baş edemiyoruz. Bölmeyi parsellemeyi seviyoruz. Kontrol duygusu veriyor. Ülkeleri bölüyoruz. Burası senin burası benim diyoruz. Ama kuşlar akıyor. Pasaportsuz sınırları geçiyorlar. Sınırlar gerçekten var mı? Gerçek olan ne var? Gerçek diye bir şeye neden ihtiyaç duyuyoruz? Yine kontrol. Kontrol edemeyeceğimiz bir dünyayı kontrol etmeye çalışmak saçmalık. Saçmalıyoruz. Gerçek diyoruz. Hatta susmuyoruz, sürekli birbirimize bu gerçeği anlatmaya çalışıyoruz. Bazen susmak istiyorum. Susup hiç konuşmamak. Dersin ortasında boşverin bunları demek istiyorum. Amma çok konuşuyoruz. Bildiklerimizi amma çok anlatıyoruz. Gerçek miş gibi. Şu anda ben bunu yazarken, bir başka ben de uyuyordur belki de, bir diğeri bir yerde dans ediyor, bir diğeri şarkı söylüyordur. Belki bir sporcu bile vardır aramızda. Akmak güzel birşey ama tabi dağılırdı herkes. O kadar abarttık ki çocuklar gibi bize söylenenleri yapıyor, doğru ve yanlış kutularını açıp komutları uyguluyoruz. Kaç kişi gerçekten özgür ki biz kölelerden bahsedebiliyoruz? Hepimiz köle değil miyiz? Kendi zihnimizin, saatlerin. Bir de zaman yönetimi diye bir eğitim vermiştim. Komik. Olmayan, elle tutulmayan birşeyi nasıl yönetirsin ki? Zaman sadece biz ona isim koyduğumuz için var. Adına saat, dakika dedik. Dün dedik, yarın dedik, akşam ve sabah dedik. Şu anda dışarıda hava karardı...bunun sabah olmadığını gerçekten kim söyleyebilir ki?

25 Eylül 2016 Pazar

Roman notları

Dünya, yaşamlar ve bir gün mutlaka gelecek tüm acılar fısıldar çatlaklardan. Gece evlere sessizlik düştüğünde, tüm insanlar derin sandıkları uykulara daldığında, hiç görmediğimiz, kimsenin bakmaya akıl etmediği yerlerde ki çatlaklardan usulca akar hayatın içine, gölgeler. Toplaşırlar, dağılırlar. İnsan kokularını içlerine çeker, meraklı çocuklar gibi dolanırlar. Doyumsuz, arsız ve siyahtır varlıkları. Kara bir sis gibi odalara süzülürler. Merdivenlerin her basamağından yavaş yavaş yaşam dolu ayak izlerinden buldukları kırıntıları yalar, nefeslere karışırlar. Burun deliklerinden nefese süzülür ruha dokunur aydınlıkları karartır, rüyaları kapatırlar. Onlar gelince gölgeler düşer uykuda kadınların içine. Güneş arsızlaşır. Gecenin kapattığı yüzünde verir savaşı hep aydınlatmak ister gibi, ne karanlığa ne de kendine yeter ışığı. Bir taraf karardığında diğerinin aydınlandığı hayatlarda güneşin kavgası karanlıkladır. Gölgeler büyür, kabuslar koyu gölgelere düşer ve çocuklar ölür kadınların düşlerine yayılan o gölgelerde. Kocalar gider, adamlar çocukların ırzına geçer, kaybolur çocuklar rüyanın yerini alan o kabuslarda. Boş odalarda, pencereden içeri sızmaya çalışan güçsüz ışıklar karanlığı aydınlatmaz. Babaanne evlerinin kesif kokusu, naftaline bulanır, ahşap cilalı büfelerde fincanlar sessiz durur, ispanyol kadınlar dansın tam ortasında donup kalır, eski bir savaş madalyası manasız, yersiz çok erkek gibi öylece bekler. Biten anlamsız savaşların ödüllerine yer yoktur kadınların kabuslarında. O odadan diğerine koşar kadınlar. Bağırırlar çocuklarının adını. Bir asansör gelir. Kapıları açılınca odalara ışık dolar. Müzik sesleri davetkardır. İçki, kahkaha ile çağırır kadın. Çocuk sesi gelir. Asansör inmeye başlar, bir çocuk çıkar birden ve anne uzatınca elini erir gibi süzülür. Çatlak ezer, yutar çocuğu. Ter içinde uyanır kadınlar uyuyan kocalarının yanında. Bir ağaçtır pencerenin dışında huzuru vaat eden. Cama uzanır dalları, vurur usul usul. Ay donuk, bakar gözlerinin içine. Karanlıkta yürümek, güneşsiz odalarda güçlenmek, çarpmadan, korkmadan, hayatın içinde adım atmak senin işin der gibi hiç gülmeden bakar ay kadına. Tüm kadınları çağırır bilinmezliğin gücüne.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Kabak - Üçüncü gün: Akşam

Masallarla kapattığımız bir gecenin sabahında puslu, yağmuru bekleyen bir sabaha uyandık. Gökyüzünün öfkesini sezen deniz daha sakin. Bedenim suya girmekle girmemek arasında çelişkide, gökyüzü tehditkar. Yarın kara bulutların artması bekleniyor. “Şimdi gir yoksa kaçıracaksın” diyor yeni tanıştığım bir kadın. Olması gerekenler, kaçırmamam gerekenler ve keşkeleri azalatma isteğimle boğuşurken bir adam usulca yanımdaki masaya geçiyor. Kıyafetleri toprak, sakalı uzun. Elinde bir kitap. Ayaklarını dayıyor kenara, yaslıyor sırtını. Denize bakıyor, selam verir gibi, sonra satırlarına dönüyor ve kayboluyor. İmreniyorum…karar vermemeye karar veriyorum. Öğlen yemeğim otlardan, meyvelerden ve şifalı tozlardan bir karışım. Dalgaları izliyorum. Önce usul usul, sonra hızla vuruyorlar sahile. Kendimi onların git gellerine bırakıyorum. Yağmur başlıyor. Sahilde insanlar koşuşturuyor. Bekliyorum. Islanıyorum. Yağmur geçiyor. Vakit geliyor. Kalkıyorum. Bir kadından bahsedildi. Masalcı anlattı. Onu görmeye gidiyorum. Henüz bilmiyorum ama randevum bedenimle. Ayaklarında halhallar, kollarında kına, saçları rüzgarda savrulan; kızılın, sarıların, yeşillerin sardığı bir kadın konuşmaya başlıyor. Bedenim usul usul kendini bırakıyor, dönüyor, esniyor. Isınıyorum. Rüzgar artıyor. “Üşüdünüz mü?” Ben ısınıyorum. Yatıyorum, dönüyorum, uzuyorum. Kadının sesi bir geliyor bir kayboluyor. Yatıyorum. Gökyüzünde bulutlar usulca kayıyor, rüzgar ağaçlarda dolanıyor, deniz sahile vuruyor. Bedenim dalgalanıyor, deniz oluyor, biz barışıyoruz. Yürüyorum, şimdi daha yavaş. Bir ağacın altında oturup okumak niyetim. Niyetime yeldeğirmenlerinin ülkesinden bilge bir kadın karışıyor. Savaş zamanı doğmuş, bir çocuk, bir torun yetiştirmiş, bir koca boşamış, 75 yaşını doldurmuş…

Kitabımı kenara koyup onun hikayelerine dalıyorum. Öğreniyorum, dinliyorum, doluyorum. Akşam sessizce sızıyor aramıza, yağmur yağıyor. Oturuyorum. Geçiyor. “Yarın daha çok yağacakmış”, “dersleri napacaklar?” soruları, bilge kadının anlattıklarında kayboluyor. Akşam oluyor, hava kararıyor. Herkes ateşin etrafında toplanmak için birer birer ayrılıyor. Müzik var. İçkiler, kahkahalar, müzik sesleri yükseliyor. Aralarında dolanıyorum. Yavaşca, sessizce ayrılıyorum. Bir köşe bulup oturuyorum.  Sessizliğe kendimi bırakıyorum. Kutu adında bir köpek yanıma yatıyor. Ay yıldızları kapatıyor, ben yazıyorum.

20 Mayıs 2016 Cuma

Kabak - İkinci gün sabah


“Sabah görmeden karar vermeyin, lütfen” Böyle demişti dün akşam turunculu güzel kadın. “Çok beğendim” dediğimde ellerimi tutup bunu istemişti benden. Sabah uyandım. Beton binaların, çöp kamyonlarının, yapılacak işlerin ve gidecek yerlerin giderek silikleşen gölgesinde uyandım. “Yat, uyu biraz daha” desem de uyandım. Alışacak iç saatim, gevşeyecek bedenim, esneyecek ruhum. Herşey çok yavaş, herşey esniyor. Güne hazır, sırtımda kalemim, kağıtlarım, zihnimde alıştırmalarım, kalbimde heyecan çıktım yola. Boşluk içinde sonsuz uzanan zaman. Taze otlar, taze sebzeler, meyveler beni karşıladı. Denize bakan bir masa seçtim. Saate baktım hep. Gitmem gerekiyor, hazırlanmam gerekiyor derken uzun uzun oturdum. Erken vardım. Çimlere uzandım. Bedenlerini esneten insanları izledi bedenim. Katılmak ile katılamamak arasında kaldı. Onun da tadını çıkarttım. Nereye gideceğim, orada ne yapacağımı bilmeden koyuldum tekrar yola. Dar, taşlı yollardan geçtim, otlara değdim, çiçeklere dokundum, derin derin nefes aldım. “Şu merdivenlerden yukarıya çıkınca,” dedi bir kadın. Köşeyi döndüm, merdiven uzadı. Sırtımda yüklerim çıktım, çıktım, çıktım. Toplandık. Birer birer oturdu herkes minderlere. Denizin sesi bize eşlik etti, ağaçlar gölgelerini üzerimize bıraktı, kalemler kağıtların üzerinde kelimeleri yan yana getirdi, hikayeler döküldü, başka yaşamların içine girdik, bir ömrü birlikte yaşadık, bin ömür olduk ve biz yazdık.  

19 Mayıs 2016 Perşembe

Kabak - ilk gece


Pegasus’un kanatlarında uçup geldim. Düzenli yollarda henüz tanımadığım insanlarla bilmediğim bir yere temiz bir arabada yola çıktım. Tepelere, dolana dolana giden yollardan çıktık. Herkes sessiz. Bir kıvrımdan dönünce deniz göründü. Hava kararırken dağların tepesinden ay sisli bulutlar arkasından kendini gösterdi. Hava karardı, yollar daraldı. Uçurumların kenarından aşağıya baktım. Uçmayı hayal ettim. Aşağıya düşmeyi hayal ettim. Yuvarlanmayı, kayalara takıla takıla kendimi aşağıya bırakmayı. Sonra uçurum geçti. Arabamız durdu. Ufak bir ateş yanıyordu. Bir adam bizi sordu. “Burada inecekler, buradan sonrasında biz götüreceğiz” dedi. “Yolu yoktur oranın” demişti birisi bir zamanlar. Çıktık. Çantalarımızı sırtımıza aldık. “Oturun biraz” dedi adam. “Daha var arabanın gelmesine.” Yere serilmiş minderlere oturduk. İnsan gördüğümüz yerde toplaştık. Gülümsedik birbirimize. Tanıştık. “Ben de ilk defa geliyorum”, “Geceleri soğuk olur.” Sohbetimize gece katıldı. Sustuk. Çakıl taşlarını ezerek gelen arabanın sesiyle doğrulduk. “Aracınız geldi!” komutuyla ayaklandık. Şoförümüz İrfan giderek daralan yollardan bizi aşağıya taşıdı.  Beton binaları, araba seslerini, insan kalabalıklarını, tanıdığımız geride bıraktığımız, zihnimize tutunan herşeyi gece yuttu. Gülen yüzler karnımı doyurdu, yatağımı gösterdi. Acelesiz, zamansız bir gecede, yıldızların kendini gösterdiği bir gökyüzünün altında, ellerinde fenerlerle insanlar geçti yanımdan. Yürüdüm, sahile kadar. “Hoşgeldin” dedi turuncular içinde güzel bir kadın. “Yarın nereye gideceğim? Kaçta?”; sorularım çoktu. “Ben seni götüreceğim. Gelmene çok sevindim. Çok istedim” dedi güzel kadın. Sahile yürüdüm. Ateşin etrafında insanlar oturmuş. Köşeye çekildim. Dinledim. “Zihni bırak, doğru olmayı, doğru yapmayı, herşeye bir isim koymayı bırak” dedi ateşin başındaki adam. “Hareketi doğru yapmaya değil, yaparken ne yaptığını hissetmeye odaklan. Hergün sadece bunu yap. Uyum budur.” Kalktım. Dalgaların çağrısına doğru yürüdüm. Ay yükseldi. Denize vurdu. Deniz dalgalandı. Sahile vurdu. “Denizin toprağı yok etme çabası” dedi geçmişten bir ses. Zihnimi dalgalara bıraktım…yok etsinler diye. Ateşin etrafındaki insanları bıraktım. Yürüdüm. Fenerimi hatırladım. Ağaçların altında bir masada oturdum. Köpekler dolandı etrafımda. Sevdim. Sonra yazdım.

30 Mart 2016 Çarşamba

Roman Taslakları - devam

Hiç söylenmemiş sözleri ortaya dökmek için karşımda oturuyorsun. Konuşulmayacak şeyler olduğunu biliyordum. Sen hep bilmiştin. Söyleyeceklerin bendeki yaraların kabuklarını kaldıracak, nefes aldıracak, yaraların iyileşmesi için havaya izin verecek, sen bilmiyorsun.

“Ben...” Başını çevirip kepenklerini kapatmaya başlayan geceye bakıyorsun.
Bir sırrın döküldüğü an orada olmanın çocuksu heyecanı, garip açlığı içimi kaplıyor. Başka kadınların mantılar açtığı, babamın gizli gizli gece yarıları içki aradığı, gelen her teyzenin mutlaka bir tabak yemek sunduğu, dibi boşalmış şişelerin sabahları sırt çantamın yanına dizildiği, senin giderken bıraktığın mektubu bulduğum o mutfakta karşılıklı oturuyoruz. Domates biber satan bir adamın sesi uzaklaşıyor. Eskisi gibi seni götürmüyor zihnimden.  Bekliyorum.
Saçların ağarmış, yaşla burnun genişlemiş, gözlerindeki ışık usul usul sönmeye yüz tutmuş, ellerinde yılların izleri yol yol ilerlemiş. Anlatacaklarının ağırlığı omuzlarına oturmuş, kurtulmanın ümidi ile kaçma isteği arasına sıkışmış, hareket eden ayaklarınla masanın ayağına vuruyorsun.

“Hık demiş burnundan düşmüş” lafı hep bizim için söylenirdi. Bir zamanlar gururla duymak için can attığım o sözün içi boşalmış aramızdaki masada öylece duruyor. Dolduramadığım bir çok anımın arasındaki boşluklar, içimdeki belli belirsiz bir öfke. On yaşımda, ailemizin tam orta yerine düşen bombanın bıraktığı tahribatın arasından ayıklayıp bir türlü bir araya getiremediğim parçalarımı sunuyorum sana bu akşam. Anlat istiyorum, kelimelerin şimdi dağılan parçalarıma tutkal olsun, eğri ya da doğru bir hikaye sunsun bana istiyorum. Çünkü evime, aileme yine bomba düştü anne. Sığınacak tek yerim senin dolduracağına inandığım boşluklarım.


“O teyzeler...” yine duruyor, bu sefer gözlerimin içine dalıp dip köşe ruhumu dolaşıyorsun. Belki  gözlerinde yakaladığım acıdır.  Bilemiyorum. Bekliyorum “O teyzeler...hep vardı.” Uzun süredir anılarımın arasında boş duran yerlere umduğum nefes giremiyor. Acıyor bir yerlerim. Kırk yıl önce patlayan bombanın sesi uğulduyor kulaklarımda. Ağızın oynuyor, duyamıyorum.