31 Mart 2020 Salı

Öğle

Öğle vakti yemeğe gelirlerdi. Sabah işe giderler, öğlen yemeğine eve gelir sonra yine işe dönerlerdi. Eskiden böyleydi. Çok sıkıldım bu yazdıklarımdan. Bana ne öğleden...canım öyle demek istiyor. Öyle de ilgimi çekmiyor. Ay çok sıkıcı. Yazmak istemiyorum bunları ama 6 dakikayı doldurmam lazım. Sabahın 1'i ve uykum yok. Günler birbirine akıyor. Geceler gündüz, gündüzler gece oluyor. Yakında sanırım tam Cabin Fever olacağız hepimiz. Koronadan kurtuluk Cabin Fever'a yakalanacağız. Hareket etmeden geçen günler yavaş yavaş azaldı. Ay yanımda Hüseyin sesli telefondan bir şey dinliyor ve dikkatim dağılıyor. Müzikler geliyor, birine doğum günü şarkısı, sakız çiğniyorum onun sesi. Ay içim daraldı. Daralıyorum bu aralar bazen. Uyusam iyi olurdu ama uyumak da istemiyorum şimdi. Öyle oturmak da istemiyorum. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Ay iyiki doğdun şarkıları dikkatimi iyice dağıttı. Kulaklık tak diyeceksiniz ama şu anda 6 dakika içindeyken durup kulaklık takamam. Takarsam dikkatim dağılır. Ya kimse kızına gibi bir laf duydum. En iyisi savaşamıyorsan bir şeyle yakaladığın kelimeleri al onları kat 6 dakikana. Iıııı dedi birisi. Ablacığım en kelimeleri atladı şimdi. Sessizlik derken yine iyi ki. Ve 6 dakika işkencesi bitti!

29 Mart 2020 Pazar

Vardık

"Vardık anne."
"Tamam çocuğum. Rahat geçti mi yol?"
"Geçti anne, geçti. Anne şimdi kapatmam lazım. Ben seni sonra ararım."

"Bugün bir kuş geldi salon penceresinin önündeki ağaca."
"Ne güzel anne. İlaçlarını aldın değil mi?"
"Aldım kızım. Siz napıyorsunuz? Çocuklar iyi mi? Alıştınız mı?"
"Alıştık. Her şey yolunda anne. Yemek yemeği unutma tamam mı?"
"Tamam yavrum."

"Bugün ne?"
"Pazar anne!"
"Unutmuşum kızım. Hepsi birbirine giriyor bazen."
"İlaçlarını ihmal etmiyorsun değil mi?"
"Yok yok alıyorum hepsini"
"İyi. Gitmem gerekiyor anne. Yemek ocakta. Konuşuruz."

-----

"Vardık anne."
"Tamam çocuğum. Rahat geçti mi yol."
"Uzundu aslında. Ama arada durduk çok. Çay içtik, yemek molası verdik. Sen ne yaptın bugün?"
"Napayım kızım. Ev boş. Öyle oturdum pencerenin önünde."
"O kuş geldi mi yine?"
"Geldi ya! Bir de güzel ötüyor ki!"
"O zaman bir daha geldiğinde beni ara, dinlet!"
"Olur. Sabah geliyor genelde. Seni rahatsız etmeyim o saatte işin çoktur, çocuklar, yeni ev. Kolay değil."
"Sen beni dert etme. Kimin kızıyım. Sen ara. Sesini duymak bana iyi geliyor. Kuşu da merak ediyorum"
"Çocuklar nasıl? Alıştılar mı?"
"Alışacaklar anne. Zaman alacak. Hatırlasana biz Ankara'dan taşındığımızda ne uğraştın bizimle."
"Evet iyi çocuklardınız."
"Saat 9 neredeyse anne, senin dizi başlar şimdi."
"Oldu mu o kadar? Olmuş vallahi."
"İlaçlarını kolay bir yere koymuştum, rahat bul diye. Buldun değil mi?"
"Buldum kızım. Sağol. Ben kapatıyorum şimdi. Dizi başladı."
"Öptüm. Yarın konuşuruz anne."

28 Mart 2020 Cumartesi

Öyle

Öyle. Öyle işte. Ne kadar zor bir şey bu öyle. Ne kadar zor kabul ediliyor. Öyle. Başka bir şekli olamıyor. Kabul, teslimiyet gerektiriyor. Kontrolü bırak diyor. Kontrol. Ahahahahaha aynen de bunu yazdım. Önce bu yazılır mı dedim. Sonra da bağıra bağıra gülebilseydim kağıda yapardım, yapamıyorsam da Ahahahahaha. Kontrol neden bu kadar önemli oldu? Korkudan belki de. İkisi de 'K' harfiyle başlıyor. K harfi. Ka. Ka bir erkek çocuk. Belki 8 belki 9 yaşlarında. Tek bir çocuk. Fakir bir eve doğmuş. Cin gibi. Mutlu bir çocuk. Bir kere babasının çalıştığı evin sahibi torununa bakmak zorunda kalınca sıkılmış, "oğlunu getir, şununla oynasın" demiş. O gün Ka o kocaman eve gelmiş. O gün ilk defa fakirliğin ne olduğunu anlamış. Daha önce, bu kocaman eve gelmeden önce karşılaştıracak bir şeyi olmadığından fakir kelimesi sözlüğünde yokmuş. Neyse, aslında o günün en önemli olayı bu gibi gözükse de, Ka için en önemli olay bir çizgi film izlerken gerçekleşmiş. Televizyonda çıplak, belinde ve ayıp yerlerini örten bir bez bağlamış çocuğun biri ormanda hayvanlarla konuşuyormuş. O güne kadar hayvanların konuştuğunu hiç bilmediği için bu onu çok şaşırtmış ve heyecanlandırmış ama asıl konuşan o yılan! Onun da adının Ka olduğunu duyunca büyülenmiş. O günden sonra kimse Ka'yı konuşmaya ikna edememiş. Ka öldüğü güne kadar sorulan sorulara tıslayarak yanıt vermiş. Ne kadar saçma bir altı dakika oldu. :)

27 Mart 2020 Cuma

Kaybolduklarını

Kaybolduklarını ilk zamanlar fark etmemiştik. Geri gelirler sandık. O alışkanlıklar, o varsaydıklarımız, o her gün yaşadıklarımız. Yine eskiden oturduğumuz cafe'de oturup bir flat white içeriz sanmıştık. Geleceğe dair hala aynı hayalleri kurmaya devam ediyor, sadece öteliyoruz sanıyorduk. Dikkatli bakmayı öğrenmemiştik o zamanlar, değerlerimiz değişmişti, onları tanımıyor, ilgilenmiyorduk. O yüzden fark etmemiştik, evin düzeninin nasıl değiştiğini. Kimsenin uğramayacağını bildiğin bir hayata uyandığında insan, yavaş yavaş değişiyordu hayatı. İşte biz onu fark etmemişiz. Hep aynı kıyafetleri giydiğimiz günler sıradan gelmişti. Uzatma kabloları evin garip yerlerine, daha sık oturduğumuz yerlere çekilmişti. Uzun beyaz kablolar salonun ortasından geçiyordu. Umursamadığımızı da fark etmemişiz. Mutfakta dolaba kaldırdıklarımızın tezgahta durmaya başladığını, pek adım atmadığımızı, yavaş yavaş yemeklerin küçüldüğünü, sabah içimizde 'yine mi kahvaltı' duygusuyla uyandığımızı...bunların hiç birini fark etmemişiz. Ama usul usul çekildi bildiklerimiz. Mevsimler penceremizin önünden geçip gitti. Sevdiklerimize bir gün kavuşuruz diye düşünmüştük. Bir kaç aya her şey düzelir demişlerdi. Demelerini istemiştik belki de. Normal'e döneriz dediklerinde normalin bir daha gelmeyeceğini, yeni bir 'normal' oluşmaya başladığını çok sonradan anladık. Aylar ayları kovaladı, yıllar oldu. Birbirimizden ayrı düştük, ulaşamadık. Sınırlar kalktı. Duvarlar örüldü. Birleşmesi, bir olması, ortak bir kaderde buluşması gereken bizler, bize sunulan fırsattan o kadar korktuk ki evlere kapanınca içimize de kapandık. Ülkeler bölündü. Mahalleler duvarlarla örüldü ve geçişler yasaklandı.

26 Mart 2020 Perşembe

Tarlayı

Tarlayı yazmam gerekiyor. Gerekmiyor da aslında ama kelimeyi ben seçtim. Elimi sayfaya koydum. Kitap Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu. Kelime Tarlayı. Tarlayı ne yapayım ben şimdi. Hayatımda bir tarlada gezdim mi? Hatırlamıyorum. Bir çok şeyi hatırlamıyorum. Ayrıntılarda kalmıyor zihnim. Duydum ki ayrıntıları hatırlarsa insan gerisi gelirmiş anıların. Bir renk, bir koku, bir tat. Babaannemin mantısının tadını hatırlıyorum. Kararında sarımsaklı yoğurt ve üzerine döktüğü kıp kırmızı domates salçalı tereyağının tadı çocukluğum. Güven duygum. Babaannemin kokusu, teni, katlanan yaşlanmış derisi. Güzel burnu, akşam çıkartıp bardağa koyduğu dişleri, geceliği. O evin kokusu o gidince değişti. Koku dediğimde taşlar geliyor. Siyah, gri, şekilleri farklı taşlara dökülen arap sabunlu sular, o temizlik kokusu, apartman, okul dönüşü, apartmana yayılan dolma kokuları, başka evlerin başka hayatların sofraları. Renk hep kırmızı. Neden hep kırmızı? Kan mı? Bir rüya var. Çocuğum o zamanlar. Çok küçük. Bir teknedeyim. Limana bağlanmış bir taka taka aslında. Ufacık kapalı bir yeri var. Su teknenin kenarına vuruyor. O limanlarda vurduğu gibi, yavaş ritmik vuruşlarla. Akşam. Geç. Kimse yok etrafta. Ben kapalı yerin penceresinden dışarıya bakıyorum. Geceyi görüyorum. Siyah. Bir sokak lambası var. Teknenin içi kıp kırmızı. Her yer kan. Korktum mu artık hatırlamıyorum. Ama izi kalmış o rüya anının, gerçek olmuş bir yanı, şekillendirmiş beni, beslemiş korktuğum her neyse. Ben hep kayıplardan korkarım. Asla dönüşü olmayan kayıplar. O ağır kayıplardan sonra yaşamaya devam eden, gülebilen, hayata katılabilen insanlardan alamam gözümü. Anlamak ister gibi, başka bir yaşamda öğrenemediklerimi öğrenmek ister gibi...

25 Mart 2020 Çarşamba

Kalmış

Kalmış bunlar ve bozulmuş. Kalan şeyler bozuluyor biliyorsun. Neden bunları atmıyorsun ki. Her seferinde ben hatırlatmak zorunda kalıyorum. Hele karnabahar hiç kalmamalı. Tabii siz zor zamanlar ve savaş görmediniz. Bilmiyorsunuz ne kadar değerli olduğunu her şeyin. Sanıyorsunuz ki hepsi bedava. Bedava ne var ki dünyada. Filmde kadın soruyor kim bu insanlar? Paraya mala mülke demire çeliğe insan hayatından daha çok önem veren bu insanlar kim? Öyle diyor ve bu sorusu sonunda onun ölümüne sebep oluyor. Bir kız çocuğu annesiz kalıyor. Yatılı okulda annesinden her gün gelen telefonu beklerken ağlıyor. Telefon gelmiyor. Neden çocuk yaparsın ki böyle bir işin varsa diye ben soruyorum. Ama biliyorum yanıtını. Yaparsın işte. Çünkü hepimiz her şeyi yaşamak istiyoruz. Hepsini istiyoruz. Hepsi olsun. Sonra kendimizi olmadık durumların içine sokup ah vah ediyoruz. Kendimizi terk eden annelerimiz, dünya için bir şey yapan annelerimiz, babalarımızın bıraktığı izleri silmek için silme doktorlarına gidiyoruz. Silme doktorları var artık. Psikolog kelimesi yakında sözlükten de çıkartılacakmış. Konuşma terapisi demode olmuş. Anın mı var, gel doktor silsin. Hatırlamıyorsun. Hatta istediğini hatırlayabiliyorsun. Gerisini, yani acıyı falan siliyorlar. Çok pahallı tabii ki ve herkes silemiyor. Silemeyenler bir yerde silebilenler başka bir yerde yaşıyor. Soru dönüp dolaşıp yine geliyor.. Kim bu insanlar, paraya, mala mülke insan hayatından daha çok değer veren? Bozulmuş. Evet kalmış ve bozulmuş. Karnabahar bozulsa ne olur. Dünya kalmış. Sınıfta kalmış ve bozulmuş. Çöpe atmak gerekiyor belki de. Kim bilir? O da başka bir 6 dakikaya...

23 Mart 2020 Pazartesi

Hissedebilmek

Hissedebilmekti yapmamız gereken tek şey. Ama olmuyordu işte. Kimse gözlerini kapatınca hissetmesi gereken o huşu duygusunu yakalayamıyordu. Öğretmenimiz, guru da değil. Bana Guru demeyin daha çok yolum var o mertebeye gelmek için diyen kadın bize kendisine öğretmen deme hakkı vermişti. Kendimi ilkokulda gibi hissediyordum. Parmak kaldırıyor, öğretmenim diyorduk. Hocam da dememizi istemiyordu. Her hangi bir dini olmadığını, kendine göre inançları olduğunu falan söylüyordu. Sarışındı. Uzun boylu. İlkokul bale öğretmenime benziyordu. Onun adı Süreyya’ydı. Ona aşıktım sanırım. Ben de Süreyya olmak, kuğu gibi süzülmek ve uzun sarı saçlarımı onun gibi savurmak istiyordum. Sonra Ankara’da annemin bir iş arkadaşı vardı. Kısa boylu bir kadındı. Net bir görüntü var gözümün önünde. Arkası bana dönük. Üzerinde bir döpiyes gibi bir şey, griydi sanırım. Topuklu ayakkabıları. Kapıya yüzünü dönmüş annemle konuşuyordu. Gitmek üzereydi. O yüzden kapının yanındaydık. Saçlarını, sarı saçlarını rapunzel gibi uzatmıştı. Örmüştü. Kalın kocaman parçalardan örülmüş, çok düzgün örülmüş o saçlara dokunmak istedim. Çok istedim. Çektim saçını. Annem ne yaptı hatırlamıyorum ama muhtemelen azarlamıştır beni. Ayıp falan demiştir. Kadın güldü onu hatırlıyorum. Çocuk olmak. O evde sarmaşıkları koparıp yerdik, kedimiz vardı. Yıkamıştık. O evde benim odamın penceresi okulun duvarına bakardı. Bir de apartmanın arkasındaki araba garajına inen yol geçerdi aramızdan. Çok hastalanırdım çocukken. Yatakta yatar zilin çalmasını beklerdim. Herkesin derste benimse yatakta olmam nasıl da mutlu ederdi beni. O evi çok net hatırlıyorum. Hatta şu anda bizim salonda duran piyanonun durduğu yeri bile hatırlıyorum. Kalkıp piyanoya dokunmak istedim bir an için. Geri getirmek anıları. Sanki dokunsam duyarmışım gibi sesleri. Belki de duyarım. Kimbilir. Asıl o anılara gitme ihtiyacım ne onu çözemedim. Ama zil çaldı, 6 dakika bitti.

22 Mart 2020 Pazar

Kime

"Kime geldiniz, evladım?"
Yaşlıydı. Elleri ağrıyordu. Yağmur geliyordu. Yağmurda daha çok ağrırdı. Dizleri, onları düşünmek bile istemiyordu. Zar zor çalan kapıya yürümüş, açmıştı. Kimse gelmezdi. O yüzden alışık değildi koltuktan kapıya yaptığı bu ufak geziye. Şaşırmamıştı kapısı çalınca yine de. Belli bir yaşa gelince insan şaşırmıyordu pek. Gri perdelerin yavaş yavaş indiği gözlerini kısıp karşısında duran genç kıza baktı. Gözleri saçlarının rengini, gözlerinin büyüklüğünü seçiyordu ama gerisi pek bulanıktı.
"Size teyzeciğim," dedi kız ve bir adım daha yaklaştı. "Girebilir miyim?"
Yaşlı kadın kımıldamadı. Bir eli kapıda diğeri duvarda kapının önünde durdu. Gökyüzüne baktı. Yağmur yağdı yağacak, dizlerindeki ağrı geldi gelecek.
"Burada benden başkası yok yavrum," dedi "Ben de seni tanımıyorum. Yanlış eve geldin her halde çocuğum"
Kız gülümsedi. "Doğru ev burası teyze, gireyim hele bak anlatacağım." Bir adım daha yaklaştı kız. Çiçek kokuyordu. Yaşlı kadının gözleri zayıflamıştı, dizleri çatırdıyordu, kulağı da eskisi gibi duymuyordu ama burnu hiç bir yetisini kaybetmemişti. O çiçek kokusu ağırdı, ucuz parfümlerin tınısını aldı. O kadar yakın durması da pek hoşuna gitmemişti. Sokağa bir göz attı. Boştu. Dönüp genç kıza baktı.
"Sen gitsen iyi olacak çocuğum, ben yaşlı bir kadınım. Vaktim yok bir şeyler dinlemeye," derken kapıyı örtmeye çalışsada kızın ayağı girdi araya.
"Ah teyzeciğim, bu kadar zorlaştırmasanız şu işi..." dedi. Eliyle havada bir şeyler yaptı, sallar gibi. Dört kişi belirdi arkasında, 3 kız bir erkek. Kız önde onlar arkada yaşlı kadının evine girdiler. Kapı sessiz sokağın üzerine kapandı. Salgın vardı o yıl. Kimse sokağa çıkmıyordu. Herkes kendi evinde uzun zamandır yapmayı ihmal ettiği işleri yapıyordu. Salgının 20. günüydü artık normal bu olmuştu. O yüzden kimse duymadı yaşlı kadının çağrılarını, kimse görmedi evden bir saat sonra hızla çıkan gençleri. Yemek pişirmekte olan komşusu sonradan bir kahkaha sesi duyduğunu hatırlayacaktı. Çocuklar oyun oynuyordur odada diye düşündüğünü, o gün ne kadar çok yağmur yağdığını ve bunlar gibi bir çok şeyi hatırlayacaktı. Yaşlı kadının yavaş yavaş öldüğünü, ziyaret edeni olsaydı birisi hastaneye yetiştirseydi diyen polislere duyduğunu sandığı o kahkahayı anlatmayacaktı. Yıllar sonra yağmurlu bir günde aklına gelecekti. Çocukları kendi hayatlarını kurmuş, kocası dünyadan gitmiş olacaktı. Dizlerinde bir ağrı yağmurun gelişinin habercisi olacak, kadının hiç çalınmayan kapısı çalınacak, gök gürleyecek ve kadın yıllar önceki o günü hatırlayacaktı.