Hissedebilmekti yapmamız gereken tek şey. Ama olmuyordu işte. Kimse gözlerini kapatınca hissetmesi gereken o huşu duygusunu yakalayamıyordu. Öğretmenimiz, guru da değil. Bana Guru demeyin daha çok yolum var o mertebeye gelmek için diyen kadın bize kendisine öğretmen deme hakkı vermişti. Kendimi ilkokulda gibi hissediyordum. Parmak kaldırıyor, öğretmenim diyorduk. Hocam da dememizi istemiyordu. Her hangi bir dini olmadığını, kendine göre inançları olduğunu falan söylüyordu. Sarışındı. Uzun boylu. İlkokul bale öğretmenime benziyordu. Onun adı Süreyya’ydı. Ona aşıktım sanırım. Ben de Süreyya olmak, kuğu gibi süzülmek ve uzun sarı saçlarımı onun gibi savurmak istiyordum. Sonra Ankara’da annemin bir iş arkadaşı vardı. Kısa boylu bir kadındı. Net bir görüntü var gözümün önünde. Arkası bana dönük. Üzerinde bir döpiyes gibi bir şey, griydi sanırım. Topuklu ayakkabıları. Kapıya yüzünü dönmüş annemle konuşuyordu. Gitmek üzereydi. O yüzden kapının yanındaydık. Saçlarını, sarı saçlarını rapunzel gibi uzatmıştı. Örmüştü. Kalın kocaman parçalardan örülmüş, çok düzgün örülmüş o saçlara dokunmak istedim. Çok istedim. Çektim saçını. Annem ne yaptı hatırlamıyorum ama muhtemelen azarlamıştır beni. Ayıp falan demiştir. Kadın güldü onu hatırlıyorum. Çocuk olmak. O evde sarmaşıkları koparıp yerdik, kedimiz vardı. Yıkamıştık. O evde benim odamın penceresi okulun duvarına bakardı. Bir de apartmanın arkasındaki araba garajına inen yol geçerdi aramızdan. Çok hastalanırdım çocukken. Yatakta yatar zilin çalmasını beklerdim. Herkesin derste benimse yatakta olmam nasıl da mutlu ederdi beni. O evi çok net hatırlıyorum. Hatta şu anda bizim salonda duran piyanonun durduğu yeri bile hatırlıyorum. Kalkıp piyanoya dokunmak istedim bir an için. Geri getirmek anıları. Sanki dokunsam duyarmışım gibi sesleri. Belki de duyarım. Kimbilir. Asıl o anılara gitme ihtiyacım ne onu çözemedim. Ama zil çaldı, 6 dakika bitti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder