16 Ocak 2018 Salı

Anlatmaya


Anlatmaya başladığında anladım ki bunun artık dönüşü olmayacaktı. Dışarıdan bir simitçi bağıra bağıra geçti. Nerede o eski simitçiler sokak satıcıları. Bir eskici derdi adam sesi uzar gider nağmeye dönüşürdü. Bir de Bebek Camiinde bir müezzin vardı... öyle bir okurdu ki insanın içine işlerdi. Bebek değişti, binalar değişti, insanları değişti. Şimdi bir o Bebek Badem ezmecisi bir de Mini dondurma duruyor hatırladıklarımın arasında. Sıkışmış, direniyorlar. Çekirdek alır yalıboyunda yürüyüşe çıkardık. Hatta bazen anneannemin evinde herkes toplanmışsa, çay demlenir, bergamot kokuları eve yayılır, çay saatinin geldiği haberini verirdi. Sabahtan beri aynı eve tıkılmış, aslında hiç bir şey yapmadan, sadece beraber olmanın keyfini süren o kalabalığın içinden birisi ben bir yürüyüşe çıkıyorum der, kendini sokağa atardı. Yalı boyunda yürünürdü. Ara sokaktaki tükürük köftesi satan adamın arabasından bol soğanlı köfteler yenirdi. Anneannemin köftesine ihanet olurdu. Onun köfteleri usul usul pişer, kokusu yayılır karnı acıktırırdı. Bir de kahvaltıda bir kaba yayılarak konmuş tereyağı, mutlaka kızarmış ekmeği, ince güzel dilimlerle kesilmiş ve uzun cam bir kapta suda beyaz peynir olurdu. O mutfağın o evin kokusu vardı. Hala burnumun etrafında dolanır tam kendini koklatmaz bana. Kokularla gelir anılar. Bir anda yanından geçen bir kokuda yakalarsın yılları. Bir yirmi yıl yirmi saniyede gelir, içinden geçer ve seni sersemletir. Acı, hüzün, coşku, neşe herşeyi yaşarsın o yirmi saniyede sonra çok sevdiğin birini kaybetmiş gibi boşlukta etrafa bakınırken bulursun kendini, bazen Sultanahmet meydanında, bazen Eminönü vapur iskelesinde. Vapura biner suların üzerinde süzülürken geçmişi de geride bırakır, Kadıköy'den akşama alacaklarını kafanda listelemeye başlarsın. 

12 Ocak 2018 Cuma

Kutuyu

Kutuyu diğerlerinin arkasına yerleştirdi. En dibe, en arkaya, kimsenin göremeyeceği o en karanlık köşeye. Önüne dizdi kurdeleleri, kırmızı, sarı, pembe bir de mavi. Hediyesiz evlerde işe yaramayan kurdeleler dikkat çekmezler. Bir kutu durdu o dolabın en dibinde, en derininde. İçi boş. Açsan göremezsin hiç bir şey ama o bilirdi. Bir gün sesi kesildi. Zihni dağıldı. Ne söyleyebildi, ne anladı. Kutular sahipsiz kaldı. Sırları anlamını yitirdi. Yavaş yavaş kesildi etler mutfakta. Bir başkası ona yedirdi. Dolapları açanlar kurdele istemedi. Kapandı tekrar kutuların odaları. Karanlıkta yalnız kaldı yıllardır sakladıkları. Bir gün öldü. Bitti. Bir defterin sayfası usulca kapandı. Bir daha o hikaye pek anlatılmadı. Yıllar geçti, dilden dile dolandı sonra bir gün buhar oldu. Yok olurken kimse duymadı. Onun sesi hiç dünyaya dokunmadı, kutuları açtıklarında buldular, kararmış çığlıklarını. Ufacık, cılız. Kırmızı bir kutunun içinden bir parça döküldü, yere düştü yuvarlandı. Koltuk altına kaçtı. Adamlar geldi. Ellerinde büyük kutular. Tek tek koydular içine buldukları her kutuyu. Birileri umutla açtı her birini, ne gördü ne duydu. Sadece boş bir kutu. Hikayelerin anlatıcıları olmayınca hepsi buraları terk etti. Hiç kimse de pek önemsemedi.

bardakta

Bardakta bir damla süt. Sütün içinde bir siyah nokta. Noktaya bakınca bir kuyu. Siyah karanlık. Etrafta sessizlik. Parmağını değdirdiğinde sütün üzerinde dalgalar. Bir batan bir çıkan siyah nokta. Bir cümlenin sonu gibi. Son söz gibi. Beyazın üzerinde siyah. Gizli bir cenaze töreni. Cepte bir şişe viski, ufak, saklanabilir. Bir ağacın altında boğazı yakan, karın ortasında bedeni ısıtan viski. Halbuki hiç sevmem viskiyi. Kokusu keskin, yakıcı, anıları karanlık, tekinsiz. Düşük pantolon belleri, bulanık kafalar, akşam uykuya çağıran yataklar, tüm sırları taşıyan yastıklar. Uyumak mı saklanmak mı, viski gibi yakıp geçen mi? Bulanık düşünceler arasından sızan geçmiş. Parça parça dağılan, bir uykuda toplanan, uyanınca unutulan. Güneş çıkınca kızaran ekmekler, kızgın tavada etler, ev reçeli, çilekli. Çay tavşan kanı demli. Yakıyor boğazımı, ısıtmıyor içimi. Üşüyorum. Dışarıda güneş karın üzerine vuruyor. Cama ışık taşıyor. Evin içi almıyor. Perdesiz evler komşusuz mahalleler, duyulmayan sesler, çekmecelere gizlenmiş kelimeler. Ne gündüz ne gece, hep akşamüstü yaşamlar. Çay saatiyle örtülen ayıplar, bir gülümsemede gizlenen acılar.

9 Ocak 2018 Salı

Eski

Eski bir sokakta unutulmuş bir evde yaşardı. Gözleri artık görmüyor, dünyada tanıdığı kalmamıştı. Tabii bakkalın çırağı Hasan'ı saymazsan. Genç çocuk ona her gün uğruyor "Hayriye teyze, bir ihtiyacın var mı?" diye soruyordu. Her sabah saat tam sekiz olduğunda uğrardı. Mutlaka birisine ekmek götürürken ya da bakkal dükkanına dönerken ihmal etmez kapıyı çalar, yaşlı kadının her seferinde "yok evladım" demesinden sıkılmaz, "tamam sen beni ararsın bir şey olursa" der, sonra hızla köşeyi dönüp kaybolurdu. Belki de Hayriye hanımın bütün gün duyduğu tek insan sesi Hasan'ınkiydi. Her sabah düzenli olarak 6:30'da kalkar, yüzünü yıkar, dişlerini takar, giyinir, mutfakta çayı demlemeye giderdi. Artık gözleri de o kadar iyi görmüyordu. Görseydi Hasan'ın fark ettiği, kazağında yer etmiş lekeleri o da fark eder, hemen leke çıkartan bir şey isterdi Hasan'dan. Mutfak tezgahında kalan kırıntıları da seçmiyordu gözleri artık. Oysa ki eskiden mutfağına çok özen gösterirdi. O sabah Hayriye hanım yine 6:30'da kalktı. Yüzünü yıkadı, dişlerini taktı, giyindi ve mutfağa girdiğinde Hasan'a bir kek yapmaya karar verdi. Çocuk iyi bir çocuktu. Ona bir keresinde bahşiş vermeye kalkmış, sonra da oğlanın yüzündeki utancı, şaşkınlığı fark edip, sesindeki paniği duyunca bir daha asla böyle bir şey yapmamaya yemin etmişti. İnsanlar artık eskisi gibi değildi ki. Çoğu karşılıksız bir söz bile söylemezken, Hasan başka bir dünyadan gelmiş gibi gelirdi Hayriye Hanıma. En iyisi ona bugün kek yapmak olacaktı. O gün Hayriye hanım, un'daki böcekleri görmedi, şeker yerine tuz kattığını fark etmedi, kırdığı yumurtaların kabuklarını da kekin içine kattığını anlamadı. Limonu rendelerken, suyunu akıttığını, kekin iyice karışmadığını da anlamadı. Bunların hepsini görebilseydi belki de fırını açtığında, gaz ayarını göz kararı yapınca, ateşlenmediğini de fark ederdi... Hasan saat 8'de kapıyı çaldığında da açardı kapıyı.

7 Ocak 2018 Pazar

Arasın

"Arasın. Önce o arasın."
Oturuyoruz. Annem, ablam ve ben. Babam koltukta uyukluyor. Annem yarın akşam gelecek misafirleri için kuracağı sofranın planlarını yapıyor. Ablam annemin gösterdiği şekilde peçeteleri katlıyor. Ben. Ben yokum sanki. Kimse bana iş vermiyor. İkisi konuşurken, kendi aralarında konuşuyorlar. Öylece oturuyorum.
"Arasın. Önce o arasın," diyor annem. Bu sefer kendini haklı çıkartmak ister gibi başını sallıyor, onaylıyor. Sinirli bu akşam. Genelde sinirli sanırım. Ablam ağladı ağlayacak. Araması gereken ablamın sözlüsü. Ne kadar saçma bir kavram şu sözlü kavramı. Birbirine bağlılık sözü etmiş iki insan. Neden? Garantilemek kadınların hayali. Ablamın sözlüsüyse sanırım alacağını aldı, söz uçtu gitti. İki gün oldu aramıyor. İki gün önce ablamda birşeyler değişti. Kimse anlamadı, görmedi. Bu evde kimse hiç bir şey görmüyor anlamıyor. Susmanın faydalarını bilirim. Çok konuşkan değilimdir. Bu evde konuşmanın çok bir faydasını gördüğümü de söyleyemem. Babam horluyor. Annem öfkeli bir bakış atıyor. Ablam daha çok ağlıyor. Katladığı peçetelere bakıyor annem. Elindeki kalemi bırakıp, peçeteleri ondan alıyor. Bana uzatıyor. "İşe yara, öyle oturup durma" diyor. "Sıra sana geldi artık." Ablama dönüyor. "Kalk, yüzünü yıka. Bize de bir çay koy." Saat geceyarısını geçiyor. Babam koltukta uyukluyor. Ablam çay koyuyor. Ben peçete katlıyorum. Annem artık sadece bana bakıyor.