18 Temmuz 2017 Salı

Ah!


Ah! Bir bilseniz. Ama nereden bileceksiniz ki, tanışmadık daha. Gerçi insanlar artık bu devirde ne kadar tanışıyorlar onu da bilmiyorum. Hay Allah, menekşeler susuz kalmış. Pardon, sulayıp geliyorum. İsterseniz siz de gelin böyle. Biraz yürümek iyidir. Ben eskiden çok yürürdüm. Koşardım bir de. Bir kaç kez maratona bile katılmıştım. Biliyorum, ayaklarıma, bileklerime bakıyorsunuz. Bunu söylediğimde zaten hep sizin bu bakışınızla karşılaşıyorum. Yaşlılık işte. Yer çekimine teslim olan şeyler sadece bu memeler olmuyor. Güzel sizinkiler. Yapma mı? Kusuruma bakmayın, bu aralar bu silikon meme modası yaygınmış. Sizin kiler de öyle dik durunca. Sütyenden demek. Kahve yapayım mı? Dün torunlar kurabiye yapmışlar, getirdiler, yanına da onlardan koyarım. Pencerenin önü güzel oluyor. Oturur orada içeriz. Yağmur da pek güzel yağıyor. Sevmez misiniz? Neden? Herkes yazı sever. Yaz tembellik mevsimidir. Eskiden ne yatardım şu güneşin altında ama sonradan görüyorsunuz, korunmayınca bu deri böyle kösele gibi oluyor. Gerçi artık dokunan da kalmadı. Evet, eşim, Arif’in babası gideli çok oldu. Kırk beş yıl evliydik biz. Olur, olur evladım. Arif iyi çocuktur. Sen de aklı başı yerinde bir kıza benziyorsun, neden olmasın ki? Süt? Ben koyarım çocuğum, elimiz ayağımız tutuyor hala. Kurabiyelere sen uzan ama. Şurada, o en üst rafta..hah onlar! Boy gidiyor benim yaşıma gelince ama maşallah sende hepimize yetecek kadar var. Arif sever uzun boylu kadınları.

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Kalabalık

Kalabalık. Hızlı. Karmaşık. Sıkış tıkış. Talepkar şehir. Para kazan, yollarımı düzenle, dükkanlarımı gez, satın al, fakirlerime destek ol, sokak köşesindeki o kadına para ver. Otobüse bin. Araba kullan. Havayı temizle. Koş, koş yetiş diyor şehir. Tiyatrolarıma git, kültürlü ol, kitaplarımı oku, sokaklarımda dolaş. Doldur, doldur için benimle diyor. Temizle taşlarımı, gez mahallelerimi. Gel, gel bana gel diyor şehir. Aç. Çok aç bu şehir. Daha çok daha çok istiyor. Ağaçlarını yutuyor tek bir lokmada. Öyle kökünden yok ediyor ki bir daha hiç ağaç büyümüyor. Bazen ufak bir çiçek deliyor betonlarını, süzülüyor çatlakların arasından. Güneşle buluşuyor. Umut olmaya hazırlanıyor. İşe koşturan bir ayağın altında ezilip yok oluyor.  Aç, doyumsuz bu şehir.
23 Mart 2015'de Yazı Çemberinde yazılmış

14 Mayıs 2017 Pazar

Gerçeğimizi

Gerçeğimizi kimseye anlatmadım. Bugüne kadar. Belki kendime bile sakladım. Saklamak ne ilginç bir laf. Gizli olduğu için mi? Yoksa sakladığında mı gizli olur. Kimse bilmesin istediklerin, belki de sadece senin söylemek veya bakmak istediklerin. Bazen de kendine bile söylemediklerin. Onların da nerede gizlendiğini bilemezsin çoğu zaman. Bir rüzgar getirir onları, etrafında dolanan hafif bir kokudur o kutuları açan. Bir saniyeden uzun sürmez. O saniyenin içinde yılları yaşarsın. Duygular ne gariptir, bir saniyede binlercesini yaşarsın da anlatamazsın o kadar kısa sürede. Dil ne kadar eksik birşey. İşaret dili öğrenmeye çalışırken gördüm bedenin, yüzün, mimiklerin gerektiğini. Bacağını bir insan neden sallar durur. Ne anlatır o beden. Ya o kaşların ortasındaki çizgi? Hepsini dans edebilsen ne yapardı bedenin. Müzik bile dışarıdan bir tetiktir. Onun çağrıştırdıklarıdı seni hareket ettiren, ritimdir orada yakaladığın. Sessiz hareket eder mi beden. Müziksiz dans eder mi? Etse ne yapardı? Yine izlenirim kaygısı girer mi? İzleyen kim? Kimin umrunda? Bazen durakta otobüs, dolmuş, taksi beklerken isterim...omuzlarımı hareket ettiririm. Etrafımda insanlar olmasa belki daha geniş hareketler de yapardım. Yapmıyorum. Coşkumuzu nereye saklıyoruz? Coşkunu bir kutuya koymuştuk çocukken. Sana zarar verecek diye korktuk. Korumamız gerekir di seni. Bazen öyle saçmalıyordun ki.. Ama sözlerine birşey yapamadık. Sen de gittin yazar oldun. Oldu mu şimdi bu şiir? Okumak istemiyorum. Hayır. Kitabını da almadım. Ben yıllarca uğraştım o coşkunu kutuda tutmaya, sen bir şiir yazdıysan benim ona bakmam gerekmiyor. Sen de biliyorsun, o bir şiir değil. Sen bana mektup yazdın. Okumayacağım.

21 Mart 2017 Salı

Aç. Kapıları aç...sonuna kadar. Perdeleri çekme, pencereyi kilitleme. Aç. İçini aç ki açlığın doysun. Karnına değil, içine aldıkların her boşluğa girsin. Tok ol. Doy. Doya doya al içine. Her lokmanı çevir ağızında. Öğüt, hazırla, hazmet. İyisini de kötüsünü de almışsan, aldığın her neyse çiğne, çiğne, yumuşat. Tadına var. Dilinde damağında tadı kalsın. İster tatlı, ister acı. Ne varsa hepsini al. Bir kere açmışsan kapını, içeriye girmişse misafir et onu. Gitsin diye ümid etme. Kalsın diye gözünün içine bakma. Misafir. Girerken belli gideceği. O ev sadece senin. İçine aldıkların sadece geçici. Sen istersen kalır, sen istemezsen de kalır. Canı isteyince, sıkılınca, yettiğinde gider. Sana değil ona yetince gider. O ayrı sen ayrı. Ayrı girer, ayrı alırsın onu içine. Öğüterek, çiğneyerek, yavaş yavaş tadını hissederek senin olur. O hiç bir zaman sen olmaz, O hiç bir zaman senin olmaz. Senin olan onun sende bıraktığı tattır. Tükür sevmediklerini, ne kadar azı girerse o kadar kardır. Obur olma. İyi olanı tüketene kadar içine alma. Bazen damağında kalan tatlar en güzelidir. Neyin tatlı neyin acı olduğunu ayırd edebilecek kadar çiğne. Sevmediklerini içine aldıysan bir kere bunu da kader sanma. Aldığın gibi atabilirsin evinden onu. Bunu unutma. Ne attığın, ne tuttuğun seni sen yapar. Unutma onlar sadece Misafir.

18 Mart 2017 Cumartesi

Getiriyor

Getiriyor. Her seferinde geçmişten birşeyler çekip önüme getiriyor. Sıkılıyorum. "Çay koyalım" diyorum. Mutfağa kaçıyorum. Onun önüme serdiği fotoğraflardan, hatırlamak istemediğim o donmuş gülümsemelerden uzaklaşmak isterken peşimden geliyor. Ölenlerden bahsediyor. Ölenleri konuşmayı seviyor. Boşa yaşanmış hayatları anlatırken kendisininkini dolduruyor. Çayı demliyorum. "Dizin başlıyor" diyorum. "Birazdan bakarız" diyor. Bizli konuşuyor sürekli. Ben olmayı özlüyorum. "Bak bu bir paşanın kızıydı. Genç gitti." Elinde tutuyor sararmış ölüm ilanını. Yüzünde bir gülümseme. Kızı mı hatırlıyor, ölümünü mü düşünüyor...çıkaramıyorum. "Haydi şunları kaldır, çayımızı içelim." diyorum. "Dizi başlar şimdi" Topluyor kağıtlarını. Yüzünde bir hayalkırıklığı bana akıyor. Savaşıyorum onunla. İçime işlemeyi biliyor. Sızıyor usul usul. "Daha on dakika var diziye. Kimmiş o kız, anlat bana" derken kendimi bırakıyorum mutfakta, kaynayan suyun buğusunda. Işıkları kısıyorum, televizyonu açıyorum. Sesini kısıyorum. Yanıma oturuyor. Kucağındaki resimleri alıyor tek tek. "Kemal bey'in ilk aşkıydı." diyor. Kemal bey'i tanımıyorum. Salon yaşlılık kokuyor. Anılar çıkıyor karanlıklardan, sararmış kağıt kokusuna kapılıp kucağıma düşüyor her biri. Tanımadığım, çoktan gitmiş yıllar, insanlar, aşklar doluyor gecemize. Dışarıdan bozacı geçiyor.

2 Ocak 2017 Pazartesi

Şaşırdı

Şaşırdı tabii. İnsan günün ortasında böyle birşeyle karşılaşmayı hiç beklemez ki. Ama oldu işte. Birden ansızın hayatın ortasına düşüverdi. Tam da ocağı iyice kızdırmış, pancake'leri çeviriyorken oldu. Kapıdan birisi girmişti o an. Aslında arkası kapıya dönüktü ama o üstüne taktıkları küçük çan çalınca anlamıştı giren olduğunu. Sayardı. Kaç kişi kaç masa...ona göre hazırlardı kendini. İç saati vardı sanki. Girenlerin sayısına göre yavaşlatıyor ya da hızlandırıyordu. Hızlandı. Yakışıklı mıydı? Değilse daha iyi olurdu. Uzadı önünde bir olmamış ilişki. Girdi, sevdi, terk edildi ve herşey bitti. İşte yaşandı. Şimdi kimse gelen gitsin, hiç girmesin. Derken parfüm kokusu geldi burnuna. Kokan kadın, giren kadın. Neden hemen erkek yapmıştı ki? Döndü. Buyrun dedi. Kadın su istedi. Bakmadı. Pencereye baktı sürekli. Birini mi bekliyorsun? sordu. Neden ki? Hiç sormazdı ki. O pancake yapar işine bakardı. Kadın yanıt vermedi. Su istedi. Bir daha doldurdu bardağını. Pancake yer misin? dedi. Kadın başını salladı. Kapının üzerindeki çan çaldı. İkisi birden kapıya baktı. Adam kadına baktı. Kadın şimdi sıçtık dedi. Adam gülümsedi. O pancake çevirdi ve bildi. Bugün ölecekti.