Bir çocuk Bodrum’da sahile vurmuş. Dinlemek
istemiyorum. Televizyonu kapatıyorum, tam da ölmüş dediklerinde. Savaş, dağılan
ülkeler, dağılan aileler. Bilinmezliğe can havliyle kendini atan insanlarla
doluyor içim. “Başka çaresi kalmasaydı, insan denizin ortasında bir bota
çocuğunu bindirir miydi?” sorusu sabahtan beri beynimde dolanıyor. İkinci dünya
savaşında çocuklarını trene bindiren yahudi ailelerin fotoğrafları geliyor
gözümün önüne. İngiltereye tek başına yolladıkları çocuklar, ellerinde ayıları,
çantaları, gözlerinde dehşeti hatırlıyorum. Bir kahve koyuyorum kendime. Her
gece gidip bakardım kızlara. Uyudular mı diye bakıyordum sözde. Nefeslerini
dinlerdim hep. Sevmenin ötesinde sevdim onları anne, içime çektim kokularını.
Kendimde eksik hissetiklerimi hep onlarda yaşamaya çalıştım belki de. İnsan o
kurtulsun diye ayrılmayı göze alıyor, bilinmeze yolcu ediyor. Belki de haber
alamayacağını bile bile onu gönderiyor. Yalnız kalacağını korkacağını, ağlayıp
yardım alamayacağını düşünürken yollamak ve ummak, daha iyi bir geleceğe
gittiğini. Sen geliyorsun aklıma anne. Kafam karışıyor. O televizyonu
kapattığımda sahile vuran çocuk orada yatarken ben dolaptan etleri
çıkartıyorum. Soğanı doğrayıp kavuruyorum. Akşama yemek yapmak gerekiyor.
Balkonda şarap içiyorlar, kahkahaları geliyor. Hayat normalmiş gibi devam
ediyor. Belki de normal olan budur anne. Ne bileyim, ben de şaşırdım normali.
Otomatiğe bağlanmış gibi ilerliyorum dünden beri. Zihnimden onları
çıkartamıyorum. Hayallerimde o güzel bir kadın, güzel sevişiyor, kocamı içine
alıyor, ona gülüyor. Kovuyorum, görüntüler gitmiyor. Bir onları bir çocuğu
görüyorum. Soğanları kavuruyorum. Güneş yavaş yavaş iniyor. Işıkları sarı sarı
vuruyor binalara. Soğan kokusu mutfağa yayılıyor. Tencereyi karıştırırken
müştemilata takılıyor gözüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder